Site Rengi

DOLAR 32,4373
EURO 34,4579
ALTIN 2.479,08
BIST 9.679,80
Ayvalık Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Balıkesir 26°C
Az Bulutlu
Balıkesir
26°C
Az Bulutlu
Çar 24°C
Per 23°C
Cum 16°C
Cts 20°C
Reklam
Reklam

Hasretin, Sevdanın, Korkusuzluğun Ve Umudun Şairi

25.02.2021
170
A+
A-
Ne alnımızda bir ayıp
Ne koltuk altında
Saklı haçımız.
Biz bu halkı sevdik
Ve bu ülkeyi.
İşte bağışlanmaz
Korkunç suçumuz…
“Asıl adım Ahmed Önal, Ahmed Arif olarak bilinirim. Yaşamım boyunca hakkı aradım; ezilenin ve güçsüzün yanında durdum. Memleketlilerim sömürülmesin, memleketlilerim kullanılmasın, memleketlilerim ölmesin diye konuştum. Eşitlik için yazdım, eşitlik için söyledim, eşitlik için dayak yedim, eşitlik için sövdüm. O günleri göremeyeceğimi bilsem de birilerine o günleri gösterebilmek için öldüm. Şiirlerim kısa zamanda devrimciler, bilim adamları, gazeteciler, aydınlar ve üniversite öğrencileri arasında çok sevildi, bunu kitabımın baskı üzerine baskı yapmasından idrak ediyorum. Şüphesiz şiirlerim 1971 ve 1980 darbelerinde tutuklanan gençlere ve aydınlara dayanak oldu. Emekliliğimden sonra Ankara’daki mütevazı evime çekildim. Gösteriş ve gürültüden uzak durmuşumdur hep, çünkü ben doğuluyum. Az gelişmiş değil, sömürülmek için kasıtlı olarak geri bırakılmış bir ülkenin aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuğuyum. 1983′te Anam Arife Önal’ı kaybettim. Okumamıştı ama… Pardon, okumamış yanlış oldu. Okutulmamıştı ama şirin bir kadındı. Bir keresinde komşularıyla toplanmışlar muhabbet ediyorlar. Komşu kadınlar sürekli oğullarıyla övünüyorlarmış ‘Benim oğlum İzmir’e gitti doktor oldu, benim oğlum İstanbul’a gitti mühendis oldu, büyük oğlum Bursa’ya gitti mimar oldu.’ diye. Anam altta kalır mı? O da ‘Benim oğlum da Ankara’ya gitti komünist oldu.’ demiş. Garip anam ne bilsin, komünistliği de doktorluk, mühendislik gibi bir meslek zannediyor.”
Ahmed Arif’in şiirine, umudun, inceliğin, korkusuzluğun şiiri demişler. Ekleyeceğim: O’nun şiiri, onurun ve alçakgönüllüğün, derinliğin ve yalınlığın bile şiiridir. Akıl ve yürek bir olmuştur. Hayat, en acı, en umutlu deneylerini sermiştir.
Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
Zulamdaki mahzun resim,
Haberin var mı?
Ahmed Arif’in şiiri baştan sona somut gerçeklere dayanan bir şiir. Zor bir şiir. Ama tek bir kez kekelemeden, tek bir kez biçim sıkıntısı, dil, anlatım sıkıntısı çekmeden, benzetmelerin imgelerin en özgürünü bula kullana yazmış. Benzersiz bir ozan. Amacım; Ahmed Arif hakkında bir biyografiye yeltenmek ya da küçük bir araştırmayla ulaşılabilecek bilgileri aktarmak olmayacak. Sadece, “şiire bulunduğu istasyondan binmeyi” kabul etmeyen şairin kendi özgün, ayrıksı, söyleve dayalı, epik ve lirik şiirinden dikkatimi çeken hususları paylaşmak olacaktır.
Bir kitabı vardı ama ömrünün elli yılını adamıştı şiire. Hem şiire adamıştı, hem halkına. “Ben halkımın mazlum ve gariban bir ozanıyım. Böyle olmak da yüce bir onurdur,” diyordu. Yoksa başka türlü nasıl açıklanabilir bunca yaygınlık, bunca etkinlik kazanması? O tek kitap ki, dünyada başka bir benzeri var mıdır, bunca baskıya karşın her yıl en az dört baskı yapsın, 25 yıla yakın bir sürede her yaştan, her kuşaktan okurun beğenisini kazanıp okunsun. Yalnız Türk edebiyatında değil, dünya edebiyatı içinde de benzersiz bir olay değil mi onun şiiri?
Mezarı başında yaptığı konuşmada Ataol Behramoğlu şunları söylüyor:
“Ahmed Arif’in şiirinde biraz Yunus, biraz Pir Sultan vardır.” Hatta halk masalarına kadar götürdü bu şiirin kaynağını… Yunus, Pir Sultan, masallar ve halk türküleri… İşte Ahmed Arif’in yaslandığı kaya, su içtiği kaynak…
Erken yaşlarda şiire başlamış bir şairdir Ahmed Arif. Henüz on beş yaşındayken ilk şiiri olan ‘Gözlerin’ adını verdiği çalışması, Kasım 1942’de Afyon Halkevinin çıkardığı ‘Taşpınar’ adlı dergide yayımlanır. İkinci şiiri de yine aynı yıl Millet dergisinde ‘Yollarda’ adı ile. Bu şiirlerdeki dizeler on beş yaşındaki bir gencin içinde yaşadığı dünyayı tanıma serüveninin basit ve acemice bir dışavurumu niteliğindedir. Gözlerin adlı şiirinde kullanılan fecir, sükût gibi sözcükler o dönemin kendi şiir yazma teknikleri açısından başarıya ulaşmış usta şairlerinin; sözgelimi Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi şahsiyetlerin etkisi altındadır. Bu durum da kendi içinde anlaşılabilir bir niteliğe sahiptir; çünkü Ahmed Arif, o dönemlerde çok yoğun bir biçimde bu şairlerin şiirlerini okumakta ve ister istemez onların etkisine ama öyle ama böyle kapılmaktadır. Başka şairlerin şiir yazış tekniklerine bu istem dışı kapılma durumu aslında şairin kendi şiir yaşamında olumlu bir işlevi üstlenmiştir de diyebiliriz; çünkü bir şair açısından son derece önemli olan özgünlük hali de, bu kapılma hallerinin farkına varmak ve yeni arayışlara yönelmekle başlar. Halkının duygularına ve çıkarlarına yabancı ve aykırı olarak bulduğu akımlarda başka bir şiir akımı arıyordu. Aradığını; başta Nâzım Hikmet olmak üzere Rıfat Ilgaz, A.Kadir, Suphi Taşhan gibi “yürekli abilerinde” bulduğunu söylüyordu.
Nâzım’a ilişkin kanılarını dile getirirken hem şaire karşı hissettiği o son derece doğal ürkme halini hem de şaire rağmen yaratmak istediği farkı şöyle ifade eder:
“Şiire yeni başlamış bir delikanlının karşısına Nâzım’ı dikerseniz, çocuk ya paniğe kapılır ve ters akımların uydusu olur yahut ezilir, kötü bir kopyacı kesilir. Elbette Nâzım’ı yahut başka bir ustayı budalaca izlemekle kimse şair olamazdı. Ama Nâzım’dan da, başka ustalardan da sonra şiir yazılacaktı. Yoksa Shakespeare’den sonra trajedi, Moliere’den sonra komedi yazmak gerekmezdi. Nitekim Dede Korkut, Yunus, Pir Sultan, Şeyh Galip ve Fuzuli gibi büyük ustalardan sonra da soylu şiirler yazılmıştı.”
Ahmed Arif kendi şiirine en uygun yapıyı ve mısra düzenini getirmiştir. Paul Eluard için söylenmiş bir sözün onun şiirine de uyduğunu yine Cemal Süreya bizlere kaleme aldığı aynı yazısında şöyle dile getiriyor:
“Paul Eluard şiiri imgenin tutsağı değildir; gerçeküstücü döneminde de, ondan sonraki dönemde de, şiirin temelinde yatan ana öğe, mısraların kısalığı, kuruluş tarzı ve bunların birbirleriyle bağlanma biçimi sayesinde ipuçlarını hiçbir zaman saklamamıştır. Ahmed Arif’te de öyle. İmge, çıplaklığın çarpıcılığını taşır; düşünce, vurucu özelliğini ilk anda kullanır” .
Bunlar,
Engerekler ve çıyanlardır,
Bunlar,
Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır,
Tanı bunları,
Tanı da büyü…
Bu, namustur
Künyemize kazınmış,
Bu da sabır,
Ağulardan süzülmüş.
Sarıl bunlara
Sarıl da büyü.
Edebiyatın devrimci şairi, edebiyatın devrimci yazarına âşık olur. Leyla Erbil’e yazdığı mektuplarda şunlar dökülür âşık yüreğinden:
“Sabah gözlerimi sana açarım, akşam uykularımı senden alırım. Nereye, ne yana dönsem karşımda mutluluğun o harikulade baş dönmesini bulurum. Böyleyken gene de şükretmem halime; hergelelik, açgözlülük eder, seni üzerim. Aklıma gelmez ki seni usandırır, sana gına getiririm. Sana dert, sana ağırlık sana sıkıntı olurum, nemsin be? Sevgili, dost, yâr, arkadaş… Hepsi. En çok da en ilk de Leylâ’sın bana. Bir umudum, dünya gözüm, dikili ağacımsın. Uçan kuşum, akan suyumsun. Seni anlatabilmek seni. Ben cehennem çarklarından kurtuldum. Üşüyorum kapama gözlerini…”
“Ve biz, milyarlarca, aşkın, yalanın, alçaklığın, kahramanlığın; kapıları, kapakları, kuş uçurmaz uzaklıkları ve ayrılıklarıyla, kahrolası yasaklarıyla, bu acayip kaos karanlığında, biz ikimiz!
İki müthiş hasret, iki parça can…
Ve canımda o ölüm namussuzu…”
“Elim erse, ayağım tutsa, seni bütün cihanın görebileceği bir yere çıkarır ve bağırırdım: “İşte, insan buna derler! Böyle olmağa çalışın!” İki milyar beş yüz milyon âdem evlâdının seni tanımalarını, öğrenmelerini istiyorum, anlıyor musun?
“Serabın bir sonu vardır,
Ufkun, sıradağın sonu.
Uçarın, kaçarın bir sonu vardır
Senin sonun yok.”
Otobüslerde, trenlerde, vapurlarda, tramvaylarda, ‘varoşların sorumlu sıkıntılı araştırıcı gençliği’nin ev içi sığınaklarında, öğrenci yatakhanelerinde, bekâr odalarında, deniz kenarında, parkta çay içerken, şarap yudumlarken… Şiir okunan her mekânda, her ortamda ‘Yurdum Benim Şahdamarım’ kitabı açık olacak… Açık olmalı… Yunus Emre, Pir Sultan ve ille de Dadaloğlu, sesiyle, duygularıyla, düşünceleriyle aramıza dönsün, yüreklerimizi ateşlesin yeniden… Ahmed Arif’in şiirleri okuruna bu daveti sunar. ‘Yurdum Benim Şahdamarım’ da bu davet için yeni bir imkân… Bu davet barışa olduğu kadar şiire de ihtiyacımızın olduğu bugünlerde geri çevrilebilir mi? Kitaplığınızdaki ve belleğinizdeki ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ şiirlerinin yanına ‘Yurdum Benim Şahdamarım’ı da koyun… ‘Leylim Leylim’i aşkı anlamak için yüreğinizde hissederek okuyun.
‘İlktir dost elinin hançersizliği’
‘Hasretinden Prangalar Eskitttim’ demiş adam, daha ne desin?
Yüreğinde cesaretin onurunu taşıyan umudun şairine saygıyla…
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.